16 Ocak 2013 Çarşamba

Kayboluş

Her zaman şikayet ederdi hayatından. Tam mutlu olacakken yine bir şey bir kusur bulurdu hayatını karartacak.. Belkide bunu seviyordu, bilerek yanlış kararlar veriyor ve onları düzeltmeye çalışıyordu. Saçma bir düşünceydi ama hayatı o kadar boştu ki, kimse onu anlamıyor ve kimse anlamaya çalışmıyordu. Zaten ne zaman birisine içini gösterse kaçıp gidiyordu bu yüzden işte bu yüzden pek aldırmıyordu içindeki karanlığa, çevresindeki yalnızlığa. Sonuçta hepsi geçici şeyler değil miydi? Hayatta en çok korktuğu duygu yalnızlık duygusuydu ama şimdi o duyguyla o kadar bütünleşmişti ki artık aldırmıyordu. Kimi zaman kıyıya vuran dalgaları izliyor kimi zaman yer yüzünü döven şimşekleri ve hepsini kendisine benzetiyordu. Bir anlık şiddet ile duyguları yok eden, etrafını değiştiren ama sonra tekrardan kendi benliğine çekilen bir düşünce gibi işte.
İnsanları hala anlayamıyordu, bir zamanlar hayallerini paylaşan insanlar, şimdi başkalarıyla yeni hayallere yol alırken, o artık hayal kurmaya bile korkar olmuştu. Bu yüzden bu seçimlerine devam ediyordu işte, nasıl olsa diyordu nasıl olsa yine bozulacak umutlar yine kaybolacak hayaller ve yine tek başına kendi benliğinde hapis bir şekilde kalacaktı. Uzaktan baktıklarında öyle diğer insanlardan ayıracak bir özelliği yoktu zaten kendi halinde sıradan birisiydi bu yüzden aldırmamak en iyisiydi zaten.. Tamam pek çok hayat kurtarmıştı, pek çok kişiyi elinden tutup yeniden ayağa kaldırmıştı ama bu sefer saçma bir şekilde o çukura kendisi düşmüştü.. Ama ya neredeydi çevresinde bunca kurtardığı insan, hiç birisi mi minnettar değildi veya hiç birisi mi aldırmıyordu artık varlığına ve düşüncelerine. Sanırım öyleydi, sanırım kimsenin artık geçmişine bakacak takati kalmamıştı, sanırım artık geleceğe bakmak gerekiyordu. Belirsiz, karanlık ve puslu bir geleceğe..

11 Ocak 2013 Cuma

Eskizler


Yeni bir yola sapmış ilerliyordu usulca, yürüdüğü binalar kırmızı tuğlalarla örülüydü sanki altmışları yaşıyordu, parmaklarının ucuyla dokunup ilerliyordu her temas bir anıydı aslında, her tuğla birer anıyı örtmek için oraya dizilmişti zihninin ustaları tarafından, kimi zaman ne kadarda kolay saklanabiliyordu bu anılardan. Düşünüyordu hiç bir şey yokmuş gibi ilerlemek ne kadar kolaydı ama kimi zaman ise ne kadar zorluyordu kendisini, o anlar vardı içkisini yudumladığı, mum altında oturduğu ve hiç bir şey yapmak istemediği işte o anları yaşıyordu bu sonbaharda. Mevsimler ne güzel anlatır ruhunu aslında, sonbaharla birlikte yaprakları sararmıştı ve birer birer dökülmüştü, her yaprağın üstünde farklı kelimeler vardı.. güven, sevgi, dürüstlük, masumiyet vs... birbir düşüyordu köklerinin üstüne bu yapraklar birbir söküyordu içindeki bu duyguları. Yoluna devam ederken bakıyordu işte tuğlalara kaç defa aldatılmış kaç defa kandırılmıştı? Üst üste koyduğu tuğlalar bir şehir gibiydi sanki bir Truva gibi ayakta kalmaya çalışıyor. Bu anılardan kaçıyordu, ancak kimi zaman geliyordu ki bir anı, bir zehirli ok gibi vuruyor bedenini ve tüm tuğlaları yavaş yavaş yıkıyordu zihninden işte o an tüm anılar açığa çıkıyor ve zihnini çalıyordu, bedenini kontrol ediyordu ve bir ip ile bağlıyordu hiç bir yere gitmemesi için, yüzleşmesi için. Ama yüzleşmek o kadar kolay mıydı işte? Bir işkence gibi birbir saplanıyordu anıları bedenine çırpındıkça daha derine giriyor daha çok acıtıyordu.. Sonbahar ah sonbahar çıplak bir ağaç gibi bıraktı onu bir kenarda üstünde ise sadece eskiden kalma bir iz, bir şeyler karalı duruyordu.. Yinede yürümeye devam ediyordu işte parça parça yaprak dökerek kan akıtarak gidiyordu işte yalnız başına karanlıktan kaçarcasına...

6 Ocak 2013 Pazar

Başlıksız

Kendini kaybetmeye başlamıştı ve ne yapacağını bilmiyordu artık. Tam yoluna devam edecekken hani her şeyi yoluna sokmuşken, birileri farklı yollara çekmiş, çekerken içindeki tüm sıcaklığı ve umudu almış yavaş yavaş sömürmüş ve bir kenara atmış. Sanki hani mutluluğun en güzel anında bir ruh gelir ve içinden geçer, birden üşümeye başlarsın, içindeki her şey yavaş yavaş donmaya başlar ve zaman bile daha yavaş işlemeye başlar işte öyle saçma bir hüznün içinde kalmıştı birden. Düşünün öyle bir an gelir ki hani hep derler hayat bir çember döngüsü içerisinde ilerler mutlu, durgun, üzgün, durgun ve yine mutlu ama bir an gelir ki hani insanın kafasına silah dayasalar bu kadar korku ve hüzün vermez insana. Yüzde yüz saf bir mutluluk içerisindeyken birden tam tersini yaşamak hani daha alışmadan daha durulmadan önce saf hüzne boğulmak kadar acı verici bir durum yoktur belkide. Ki tam işte böyle hissediyordu, hayatın o saçma gerçekleriyle bir yandan boğuşmaya çalışırken insanın karşısına çıkan güzel sürprizlerin meğer birer acımasız şaka olduğunu anladığında kendi içindeki benliği ile amansız bir savaşa tutulmuştu. Ne uyuyabiliyor, ne de bir şeyler yiyebiliyordu saçma bir şekilde sanki kendi mezarını kazıyor ve oraya girmeyi bekliyordu.. Belkide insanların kendi dünyası aslında yarattıkları kendi cehennemiydi belkide bu kavram böyle işliyordu işte bunun farkına varmak ise insan zihninin sınırlarını zorluyor ve en büyük hüznü veriyordu.. Zor anlamsız ve duygusuz bir şekilde tüm umutlarını kaybediyordu işte..